Melankoli

yetiş, nerdesin?

Sever gibiydi adam onca zaman sonra. Etrafına ördüğü duvarın çatlaklarından ışık huzmeleri süzülüyor, hafif hafif aydınlatıyordu karanlık dünyasını. Kadının aşkı ışık saçıyor her yeri aydınlatıyordu. Sever gibiydi adam, cesaret edip duvarından bir tuğla çıkarmıştı daha fazla ışık girsin diye içeri. Aslında bütün duvarı yerle bir edip doymak istiyordu kadının aşkına ya, aynı anda korkar gibiydi adam; bunca zaman karanlıkta kaldıktan sonra kadının aydınlığında kör olmaktan korkuyordu.

Kadınla vakit geçiriyor, uzun zamandır olmadığı kadar keyif alıyordu hayatından. Geceleri yastığına başını koyduğunda çıkardığı tuğlanın açtığı minicik aralıktan değil de bütün duvarlarını kaldırıp baksaydı kadına ne olurdu diye düşünürdü. Her düşünüşünde yüreği hoplar, yüzüne istemsiz bir tebessüm yerleşirdi ve her gece uykuya dalmadan önce söz verirdi kendi kendine ertesi gün duvarından bir tuğla daha indireceğine. Günler gelip geçerdi geçmesine ya adamın eli gitmezdi duvarına. Ne zaman yeltenecek olsa duvarsızken nasıl yandığını hatırlardı canının, bir türlü toplayamazdı cesaretini.

Günün birinde yolculuk ediyor kadınla adam beraber, keyifli bir sohbet sürüyor hep olduğu gibi, bir süre sonra tükeniyor kelimeler. Geçtiği yollara bakmaya koyuluyor adam, ayçiçeği tarlalarından geçiyorlar tepede güneş, sapsarı her yer! İçi gidiyor adamın günebakanlara, nasıl da imreniyor onlara! “Ben de onlar gibi olmak istiyorum” diyor kendi kendine “onun aşkı benim yüzyıllardır doğmayan güneşim ben de hiç çekinmeden yüzümü ona dönebilmeliyim.” Derin bir iç çekiyor, nefret ediyor korkularından… Duvarsızlığı hayal edip ulaşamazken hayallerine uyuya kalıyor öylece.

Bir süre sonra fark ediyor kadın, adamın uyuduğunu, aşkla parlayan gözlerle bakıyor bakışından habersiz olana, nasıl da seviyor! Anlat deseniz kelimeler yetmez… Doya doya bakıyor adamına. Zira normal zamanlarda izleyemiyor onu öyle doyasıya, tekrar içine kapanacağından, duvarlarındaki çatlakları onaracağından korkuyor.

Kadın onun yüzünü en ufak ayrıntısıyla ezberlemeye çalışırken, adam başını yaslayacak bir omuza hasret kaldığını görüyor rüyasında. Gördüğü rüyanın etkisiyle göz kapaklarının altında hareket eden gözlerini izliyor adamın, sevdiğini bu kadar yakından izlerken parmak uçları yanıyor kadının, ona dokunma arzusuyla. Gözlerini kapattığında bütün ayrıntılarıyla gözünde canlandırabildiği o güzel suratı sevmek istiyor usul usul parmağının ucuyla. Yıkılsın istiyor artık adamın duvarları…

Sonra ellerini fark ediyor adamın, birbirine kenetlenmiş parmaklarını görüyor, içi acıyor. “Yalnızlıkla oluşan kabuğu kolay kıramıyor insan” diye düşünüyor kendi kendine. Belki de yardıma ihtiyacı vardır duvarlarının yıkımında. Yavaşça uzatıyor parmaklarını adamın kenetli ellerine, nasıl da soğuklar, usulca parmaklarını çözüp ellerinin arasına alıyor ellerini.

Adam uyurken ayçiçeği tarlalarından geçen bir otobüsün içinde, duvarları yerle bir oluyor içinde bir yerde sessizce. Bir sarı sıcak kaplıyor ortalığı, hissetmiş gibi sanki uykusunda, başını kadının omzuna yaslıyor usulca.

hiç sahip olmadığın bir şeyi kaybetmek.

sanırım en çok kendine kızıyorsun. neden diye.

bile bile lades demek. şöyle yapsaydım belki böyle olmazdı demek. hep bir keşke demek. sonra diyorsun ki isteseydi zaten böyle olmazdı.

acıtıyor. geçmiyor. kimseye de anlatamıyorsun. ne diyeceksin ki? nasıl anlatacaksın içindeki özlemi, acıyı, ateşi… demezler mi adama ne bekliyordun ki? senin değildi ki üstünde hak iddia edemezsin.

anlamazlar. evde tek başına otururken burnuna kokusunun gelmesini. aylardır konuşmamışken onun sesini duyarak uyanmanın yarattığı depremi. sen anlayabiliyor musun? insan kendine bile tam olarak anlatamazken, insanın kendi bile aslında tam olarak anlayamazken başkasına yaşadığın derin hüznü nasıl anlatabilirsin.

hiç senin olmamış birini kaybetmek, kalp atışını kaybetmek, duygularını, hislerini kaybetmek gibi bir şey. kırılacak hiçbir yanın yok demek. onunla tam olamamışken onsuz tamamen hiç gibi kalmak demek.

ama sonucu inanılmaz bir boşvermişlik yanında tamamen umursamaz olmak demek.

Toprak yağmura, yağmur toprağa aşık değildi, muhtaçtı. O olmadan nasıl çiçek açacaktı, nasıl doğa canlanacaktı? Yağmur ise yağmak zorundaydı. Bulutta duramazdı, çok basınç vardı. Her an sırtına yük biniyordu yağmurun. Belki de hem yağmur hem toprak için en iyisi buydu. Birbirlerine aşık olduklarını sandılar ama muhtaçtılar. Gündüz ve gece onların aşkını hayretle izliyorlardı. En azından toprak ve yağmur kavuşabiliyorlardı… Onların aşkı çok farklıydı. Gece, gündüze fena yanıktı. Ne zaman gece gelse gündüz kaçıyordu, çünkü gündüz Güneş’i seviyordu. Güneş gündüze hiç yüz vermedi, Güneş gittikçe gece geldi onun yerine ama bu sefer de gündüz kaçtı. Gece, gündüz onu sevsin diye ay aracılığıyla güneşin ışığını yansıtmayı bile denedi. Olmadı, asla kavuşamadılar. Bir kağıdın iki yüzü gibiydiler, yan yanalardı ama birbirlerini asla göremediler. Gece, gündüzün aydınlığına aşıktı ama gündüz onu üzdükçe karanlıklara büründü. Gündüzün onu seveceğine dair umudunu yitirdi. Ama hala Ay’ın parlıyor olması demek, gündüzün onu sevmesi için hala çabaladığı anlamına geliyor olsa gerek…

Dünya hassas kalpler için cehennemdir.

Kendinden kaçıyorsun… Adamın biri sözsüz müzik yapıyor, canın acıyor .. Herşey gözünün önünde tekrardan sahneleniyor.. Bütün anılar , ağlamalar , kızmalar, küsmeler .. Müzik bitiyor hiçbir şey olmamış gibi tekrar eskiye dönüyorsun.. Bunun adı hayat değil mi?