boyutsuz bir sevda bu…
boyutsuz bir sevda bu
zamanı yok
mekanı yok
sonu ne olur diye
hesabı yok
boyutsuz bir sevda bu
korkusu yok
türküsü yok
sen sever misin diye
sorgusu yok
boyutsuz bir sevda bu
zinciri yok
silahı yok
böyle olmalı diye
kitabı yok
yazar: Dilek Özdemir
Dudakları çiy masalı zaman, öptürdü ağzını göçebe güncelere
hayat, sesini yitiren bir şarkı oldu dillerde
dar vakitlerin geniş sancısıydı, hüzün yağıyordu kente
gerçek acılarla, yalancı sevinçlerin dolaştığı sokaklarda
yalnızlık kol geziyordu
zaman satıyordu sevdaları kör gecelere
sevdalar parke parke çamurlara gömülüyordu
zindanlara çivili
prangalı bir mahkumdu huzur
ağrıları dinmek bilmiyordu
saçak saçak bir çürümüşlükle, tahtaları kömürleşip döküldü
söküldü menteşeleri umut penceresinin
-hava zeytin karası, yürek yarası hava-
dilimin basamaklarına indirebilseydim yaşam sözcüğünü
saçlarıma yıldızlar takıp, kendi elimle yürüyebilirdim şafaklara
kutsayıp kavgamı, ağaçlar dikebilirdim dağ-bayıra
bir de türküler tutturup üstüne
baharı döllendirebilirdim
ölebilirdim el açasıya
bağırdım
kanadım hırsla
uzak taşra köylerinden bir avuç saflık aldım
bandım ekmeğimi
yüzümü yıkamak istedim nilüfer sesli sularda
en hayta yanımla, vurup dibine
gülmek istedim
gül büyütmek istedim
-açamadım kapağını hayatın-
dokunsam, gurbete doğrulurdum
dokunmasam vurulurdum
yarası kabuk tutmayan sevdalar gibi
tükenerek bitirdi kendini
yükledim kıyısız gemiye
dümeninde sonsuzluğun elleri
sağırlar
dilsizler
kimsesizler
mavisiz sularda
kaybolup gittiler
sakladım ihtilalleri sandığımda, kimseye söylemedim
koynumda bir keman ağlayışıyla, kuşanıp yangınlara gittim
bir çocuk uçurum uçlarında
asılmış dili sarkıyor
gözlerinde yitik kent kalıntıları
kaoslardan sabahlara çıkan çığlık
vurdu şakağına
gözyaşı damlası
zorladı ve çatlattı tohumunu
kimbilir hangi boşlukta, hangi hüzün açıyor
Müsade Özdemir
(Yaşar Tomsuk mükemmel yorumlamış…Dinlemenizi tavsiye ederim).
YAĞMUR
Yağmuru sevdiğini söylüyorsun
ama yağmur yağınca şemsiyeni açıyorsun
Güneşi sevdiğini söylüyorsun
ama güneş açınca gölgeye kaçıyorsun
Rüzgarı sevdigini söylüyorsun
Rüzgar çıkınca pencereni örtüyorsun
İşte bundan korkuyorum
Çünkü beni de sevdigini söylüyorsun
W.SHAKESPEARE
BİR ÇIĞLIĞIN SESSİZLİĞİ
Bir çığlığın sessizliğidir,
Derin suların dinginliği
Kararan kayalarında
Derin suların dingilliği
Çatlatır yüreğinde korkunun tohumunu
Çünki sensizlik en büyük ustadır.
Düşü gerçeğe dönüştürüverir apansız
Isırır bir hançerin yılan dili gibi çatallaşan çeliği
Sonra yanlızca öyküler kalır.
Ve sen onu yaşarsın çaresiz
Dirhem dirhem tartılmaz ki dostluk
Yaşanmaz ki vermesini bilmeden
Damla damla birikirken birşeyler
Boş bir tapınakta birden
Çalar gibi olur çanlar
Ve yaşamın hesabını
Veremezsin bir türlü
Sonra boğuntular sessiz haykırışlar
Karanlık sokaklara çeker seni
Çanlar beyninde asılı duran
Madeni bir gökkubbedir artık
Kulaklarına balmumu da akıtsan
Delecek beynini bu çığlığımsı sessizlik.
Ve bu katran gibi yanlızlık
AHMET TELLİ
Vardım eteğine, secdeye kapandım;
Koşup bir koluna sımsıkı abandım.
Karlı başın yüce dedikleyin yüce.
Sükun içindeki heybetin gönlümce.
Devce yapında ilk rahatlığı duydum.
Şifa mı ne ki ruha bu ilk yudum.
Hayal arkasında boş çırpınışlarının.
Sen uygun bir vakti gelince rüzgârın
Sonsuzluğa doğru kalkacak sihirli
Bir gemi gibisin göklerde demirli
Ve ben rıhtımında bekleyen tek yolcu…
Düşüncemizin en haksız, en korkuncu;
Açan o ağulu çiçek delilikte,
Giren sır mezara cesetle birlikte,
Şüphe; o bin çeşit çilenin yemişi.
Yılan ağzındaki elma… Ey, ateşi
En derin yerinde gizli gizli yanan!
Seyrediyor ruhum kar balkonlarından
İnsanın göresi olmaz manzarayı
Ve aklın o uçsuz bucaksız sarayı
Yıkılıyor… Duygu bir kartal hıziyle
Fırlıyor engine sevinç avaziyle.
Bulutlar ne güzel bulutlardır onlar,
Hep böyle başımın üstünde dursunlar
Menekşe rengi, kan rengi, toprak rengi.
Asılı kalsın hep bu yağmur hevengi.
Dünyayı saran bu gece ne gecedir,
Yıldızlardan yağan ışıklar ne incedir!
Yansın o yıldızlar bitinceye kadar
En derin uykular, en tatlı uykular.
Ey, gökperdelerde şahlanan tanrısal!
Eteklerindeyiz işte. Ve bir masal
İçinden gelmişiz sana, atlı yaya,
Attığımız okta kısmeti bulmaya.
Yitik, perişandır elbet bencileyin
Pişmanlığa ırgat olup geceleyin
Günle bahtın çağrısına koşan kişi.
Ah, iç sıkıntısı; sen ettin bu işi.
Zevk, o yosma kadın eski bir bahçede
Ayaküstü günah işlenen gecede
Bir susuzluk kadehi sunmuştu bana;
Yüzümü maskesiz gösteren ilk ayna.
Yel alsın götürsün bütün o geçmişi,
Büyülü kadehin zehrinden içmişi
Serin yalanında kandırmaz her pınar.
Dindirir miydi ki en tatlı rüzgârlar
Bende gizli gizli başlamış ağrıyı:
Bu, rüzgâr ve gemi uğramaz bir kıyı
Ya da bir teknede açılmış bir delik;
Hangi pencereye koşarsam ahretlik
Bir gökyüzü, siyah, güneşten habersiz,
Her adım attığım yeri basan bir sis.
Hangi yana baksam onu görüyorum:
İnancın kaydığı bir dipsiz uçurum;
Günah kapılarının aralandığı,
Tanrıların bile avaralandığı
Şaşkın, çaresiz bir insan kaderince.
Güneş! güneş! güneş! ey, ölümsüz ece!
Sana tapınanlar kardeşimdir benim;
Güneş! güneş! ben sana doğru gelenim,
Kucakla beni, tanrıça sev, sar beni,
Ey yırtıcı, en aç hayvanların ini
İçimin göz görmez mağaralarına gir;
Senin girmediğin yerde haset, kibir
Dert, kin, yalan, ölüm, korku ve işkence,
Çakal seslerinden örülmüş bir gece,
Teneşir başında oynaşan çirkinler
Engerek düğümü doğuran gelinler
Zina şöleninde beynin nöbet nöbet
Cehennem halatı çeken bir iskelet
Ve yaprak indiren ağaçlar baharda…
Senin bağışından yoksun kucaklarda
Çocuklar kertenkeleyle bir biçimde.
Ağrı’ya eş bir dağ olsaydı içimde
İlkin şu gönlüme doğardın her sabah,
Bana her yer geceyken sarardın, gümrah
Sarı saçlarınla benim varlığımı,
Kendimde taşırdım kendi toprağımı…
Ağrı’ya eş yüce bir dağ yok içimde
Ne kadar cüceyim dert ve sevincimde!
Kaplamış gözümün gördüğü her ufku
Umutsuz, zifiri bir gece, bir korku.
Ah, yazık ki bütün insanlık güneşsiz.
Ey ateş, nasıl da seni yitirmişiz!
Bu yalnız inilti esen manzaradan
Bir çaresiz ay’dır sallanan aradan;
Işık tuttuğu her şey bir taze yara.
Onmaz bu gece. Bırak karanlıklara!
Can yiğitliğini yitirmiş, kalb aşkı
İlenişlerinden insanın bir şarkı
Tutmuş dört yanı, bir çirkin ağıt, eski…
Ah güç de değildi bahtiyarlık belki;
Üstümüzde deniz gibi bir gökyüzü
Bir şemsiye gibi açtı mı gündüzü
Altında her kalbe esenlik payı var;
Bizimdir, yelken açmış giden bulutlar,
Vurup alnımıza serin gölgesini.
Bizimdir bu korku, bu renk dolu sini
Üstünde seslerle ışıklar kamaşan;
Bizimdir bu zafer, bu beste ve bu şan.
Şu aydın, ferah ve rahat gök altında
Her kazazedenin müjdesi bir ada,
Her gülüşe ayna bir gölek kenarı;
Koparırken elin taze meyvaları
Öyle kolaydı ki şaşıyorum demek;
Soframıza konmuş bu doyulmaz yemek
Niçin bir zehirli kaşıkla yenmede?
Ağrı! başına boz bulutlar inmede.
Ne ki bu cendere, ne ki bu sonsuzluk…
Bu köpüren sular ve geçmez susuzluk
Kim şu vurulmuş yatan, ova boyunca,
Bir kan çeşmesine açık durup avcu?
Çile pazarında cana pey sürümü
Çözmek mi istemiş o çetin düğümü?
Korkunç bir ezgide çatlayan bu kamış
Yitirdiğimiz bir cennet mi aramış,
Ölümsüz barışa gülen şafakları,
Lezzet ve esenlik tüten ocakları,
Ömre öpüş tadıyle uyandığımız,
Tanrısal bir çıra gibi yandığımız?..
– Dağ! senin yandığın gibi bir vakitler-
Vuran bir toz parçası değilse eğer
Küçük gövdesine budur giden ölüm,
Onun yüzünü bizden çeviren ölüm…
Sen ey, oyununu en güzel oynayan!
Hangi kıvılcımla fışkırttın ruhundan
Birgün söndürdüğümüz kutsal ateşi?
Sen ey! ölümden çok hayatın kardeşi
Dirilttin nasıl bir mucizeyle tekrar
Her şeyi, dostluktan düşmanlığa kadar
Ve geri getirdin o sürgünlerini?
Nerde buldun tekrar eski günlerini
Zamanlar içinde yitmiş kardeşlerin
Ve en güzelini sönmüş, ateşlerin,
Kalbimin o kadar sevdiği o gülü,
Ölüm ötesinin mutlu tahayyülü
Evrensel cümbüşü, yaşama şevkini,
Bizden gidenlerin birgün en yakını
Ümidi ve şafak kanatlı neşeyi,
O aşkı, o tadı, o gülümsemeyi?..
Ey boş gecelerin dadı ayışığı!
Salla, salla hüzün uyuyan beşiği
Söğütlerin nazlı dalları içinden
Bir sabahı özleyen şu taze kadın
Yatsın başyastığına anılarının;
Bir makina sesiyle işleyen kalbi
Alıp gezdirirsin onu bir gemi gibi
Düşlerinin durgun, mavi denizinde.
Beni de hep kendi kendimin izinde
Fenerinle yolumu aydınlatarak
Barış çeşmesini aramaya bırak,
Budur yaşadığın sürece görevin;
Gecelerin birinde, solgun alevin
Güne yenilmeğe başladığı zaman
Üstüne başımın düştüğü kitaptan
Eser Mevlana’nın üflediği rüzgâr…
İşte, gam türküsü söyleyen kamışlar
Rüzgârından gördüğüm ova boyunca.
Bu bir düştür belki, insan uyanınca,
Gözlerinde kalır serabı bir ömür,
Her şey bu ışıltı ardından görünür
O insana; sevmek, yaşamak ve ölüm.
Seni uykuya çekip götüren elim
Kadınım, ayışığı içinden şu anda
Aldanış diye ne varsa bir insanda
O daldan tutuyor… Böyledir bu. Kader.
Kavuşur sabaha en uzun geceler
Ve serin durur her avunuş testisi.
Rüzgârlar başladı. Sonsuzluk gemisi
Önünde köpürüp şahlanmada engin;
Yolcusu olduğu nihayetsizliğin
Bir ucu Allah’ta ve sende bir ucu
Başlıyor serüvenlerin en korkuncu:
Gökyüzüne doğru yürüyen yeryüzü,
Barıştıran sınır geceyle gündüzü;
Ey sonsuza doğru ilkuçtan gelen Dağ!
Göğü perde perde delip yükselen Dağ!
(A.M Dranas)